Saturday, July 19, 2014

Ütopya İnşa Etmek

Şirince’de, vaktiyle Müjde’nin satın aldığı bir köy evimiz vardı. Yaklaşık 150 yıllıktı. Duvarları çamur dolgulu taştan, yer yer bir metre kalınlığında ve biraz yamuktu. Banyonun içinde büyük kayalar vardı, yağmur yağdığında içlerinden su çıkardı. Mutfağın tavanını bir kestane tomruğu tutardı. Bahçe duvarından incir ağacı çıkmıştı. Çok güzeldi. O eve aşıktık.

Dokuları gözünüzün önüne getirin. Üstünde kertenkelelerin güneşlendiği yığma taştan bahçe duvarı. Ot bürümüş kiremit çatı. Aşındıkça insan teni dokusunu almış taş zemin. Kuşaklar boyu ellendikçe fildişi kıvamını kazanmış ahşap trabzan. Ege’nin kayasına bin yıl önce oyulmuş bir niş.

Bunları sevmeyen yoktur. Zannederim insanda içgüdüsel olan bir şeyi tatmin ederler. Nedense hiçbir mimarda, özellikle modern mektepli hiçbir mimarda, bu dokuları üretecek vizyon yahut cesaret yahut teknik bilgi yoktur. Belki vardır, ben denk gelmedim. Türkiye’de hiç denk gelmedim. Viyana’da Hundertwasser bir yere kadar denedi belki, ama o da kendine anti-mimar anti-Arkitekt diyordu.

Yapı maceramız Şirince’de o evi onarmaya çalışmakla başladı. İhtiyar bir evi, kişiliğini bozmadan nasıl yenileyebilirsin? Ustaların ve mimarların her müdahalesi, evin kendinden bir şeyler kaybetmesiyle sonuçlanıyordu. Onlara kulak asmamayı öğrendik. Yerel malzemeyi öğrendik. Taş duvarı, çamur sıvayı, kestane ağacını, çit tekniğini, eski kiremidi öğrendik. Köydeki eski binaları didik didik edip, eski Rum ustaların usullerini anlamaya çalıştık.

Bahçeye, orada sundurma dedikleri bir açık oturma yeri yapmamız gerekiyordu. Öyle bir şey yapalım ki, sanki hep varmış, 150 yıllık evin uzantısıymış gibi dursun dedik. Köydeki ve komşu köylerdeki emsalleri etüt ettik, onların dilini öğrendik. Çoğu harabeydi. Biz de yaptığımız sundurmayı kısmen harap ettik, ucuzundan, yüz yıllık tarih ekledik.

Odunluk gerekiyordu. Odunluğu kimse mimari projenin parçası olarak düşünmez. İş bittikten sonra, biraz briket ve tel örgüyle bir şeyler çırpıştırılır. Neden öyle olsun dedik. Neden odunluğumuz bir şaheser olmasın, baktıkça “iyi ki varız ve iyi ki yaşıyoruz” demeyelim? Eski evlerin bitişiğindeki kubbeli fırınları andıran bir taş yapı ekledik. Kapısını komşu kasabada yıkılan bir konaktan söküp getirdik.

Şirince’nin tarihi kimliği bize ayrı bir sorumluluk yüklüyordu. Başka yerde olsa belki el yordamıyla kendi çözümlerini üretebilirsin. Ama köyün tutarlı bir bütünlüğü varsa ve güzelse, o zaman eklediğin her ayrıntının, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, o bütüne uygun olmasına özen göstermelisin. Şu sonuca vardık: Yüz yıl önceki ustaların yapmayacağı hiçbir şeyi yapmayacağız. Onların kullandığı malzemeden, onların tekniklerinden, oranlarından, süslemelerinden, dokularından şaşmayacağız.

Söylemesi kolay, yapması zordur. Öncelikle, tevazu ister. Kendi aklına değil, ölmüş ustanın aklına uyacaksın. Ayrıca disiplin ve inat ister. Sol omuzundaki şeytan durmadan dürter, şuraya da Kalebodur yer karosu yapalım, bir kerecikten bir şey olmaz diye. Kanarsın. Kanmamalısın.

Restorasyonun temelindeki teorik çelişki ile tanıştık. Restore ettiğin zaman işlev değişikliği yapıyorsun. İşlev değişince biçimi nereye kadar koruyabilirsin? Korumalı mısın? Bugünküişlevi çözmek için, yüz yıl önceki Yorgo usta hangi biçimi kullanırdı? Bizim köydeki evlerin alt katı hayvan barınağıdır. Şimdi orayı mutfak ve banyo ve oturma odası yapacaksan, rutubet sorununu, ışık sorununu, statik sorununu ona göre çözeceksin. Copy-paste yapmakla iş bitmiyor. Çözüm üreteceksin. Eski mimariyi değerli ve sevimli yapan özü keşfedip, o çerçevede yeni bir şey üreteceksin.

Yorgo usta müze memuru değildi, Anıtlar Kurulu zaptiyesi de değildi. İhtiyaca göre yeni bir şey yapan ve bunu yaparken bir şekilde eskinin ırzına geçmemeyi başaran bir esnaftı. O yapabiliyorsa biz neden yapamayalım?

Anıtlar Kurulu’nun öküz memuruna tabii bunları anlatamazsın. Zaten kuşku ile bakıyor, bunlar hem şehirli takımı, üstelik devletin emirlerine saygısız olan cinsten, üstelik de Ermeni. Sen işlev ve gelenek ve estetik diye ağzını açınca onun aklına mevzuat geliyor, hangi maddeden mühürlerim diye hesap yapmaya başlıyor.

1992-2002 yılları arasında Şirince’de 12 tarihi evi onardık; tamamen yıkılmış olanları tarihi dokuya uyum sağlayacak şekilde sıfırdan inşa ettik. Sonra, köyün biraz dışındaki bir arazide, taştan küçük bağ evlerinden oluşan, hayalimizdeki köyü inşa etmeye koyulduk. 2007’de sıra Matematik Köyü’ne geldi.

Matematik Köyü’nde işler yepyeni bir boyuta taşındı. Çözmek zorunda olduğumuz işlevler, köyün tarihi dokusuna yabancı işlevlerdi. Eski ustalara sadık kalacağız ama, eski ustalar konferans salonu ve kütüphane ve 300 kişilik yemekhane çalışmamış ki? Köy havasını, köy dokusunu, köy estetiğini, köyün bin yıldan beri değişmemiş duygusunu veren doğallığını ve spontanlığını koruyarak modern bir eğitim kampüsünü nasıl inşa edersin?

Yedi yıldan beri bu soruların cevabını bulmaya çalışıyoruz. Tiyatro Medresesi ile birlikte, otuz küsur binadan oluşan ufak bir kasaba çıktı ortaya. Yorgo ustanın deneyimlerine bütünüyle sadık kalamayacağımızı kabul etmek zorunda kaldık. Onun yerine, Yorgo ustanın kendi yaşadığı çağda, Andolu’nun Ege ve Akdeniz kıyılarında görse yadırgamayacağı formlarla çalışmanın doğru olacağına kanaat getirdik. Artık Eski Şirince’de benzeri olmayan hamamlarımız, medresemiz, kulemiz, kaya mezarımız var. Ama hala post-20. yüzyıl stili bir betonarme gecekondumuz yok, villa tipi konutlarımız yok, İsviçre-Kaliforniya kırması şalemiz -eğer dikkatle bakmazsanız- yok.

Gelenler Matematik Köyü’ne bayılıyor. Taparcasına seviyorlar. Doğallığını ve eklektizmini beğeniyorlar. “Sanki kendiliğinden olmuş gibi” diyorlar. “Sanki yüzyıllardan beri buradaymış, siz ortaya çıkarmışsınız” diyorlar. “Tarih kokuyor” diyorlar.

Ali Nesin ile ben ise, yaptığımız her binada hatalarımızı ve eksiklerimizi görüp birbirimizin başının etini yiyoruz. Her seferinde sıfırdan düşünmeye başlayıp, kusursuz ütopya mekanının nasıl bir yer olacağını bulmaya çalışıyoruz.

10 yorum:

  1. Bende düşündüm bir zamanlar buna benzer şeyler. Sanırım dört dörtlük mekan imkansız. Çünkü doğanın işleyişi bozuk. Güneşin doğuşu, batışı, duruşu. Ağaçlar, toprak, su, taş, ay, yıldız filan hep düşününce iş sarpa sarıyor. Aydınlanma, ısınma, beslenme, sevişme, yürüme, çay, kahve, meyva suyu dedikçe kafa patlıyor. Cennette bile yoktur bizim sizin düşündüğüm(n)üz köy, bölge, mekan her neyse. Bilemiyorum, ben böyle mükemmel bir bölge için ümitsizim.
    Yanıtla
  2. İyi ki yapmışsın Sevan örtmenim. Ben de birkaç ay önce canım burnumdayken senin ütopyaya uğrayıp nefes almıştım. Tesadüf, aktivite vardı köyde, bi güzel de besledi beni elemanlar. Gözlüğü çıkarıp kütüphanenin önündeki güverteden dağa taşa kayaya odaklandıydım--ev terapisi. Aman diyim hapiste zihnini aktif tut, esneme haraketlerini yap, çıkınca daha gür uzayasın!

    Anadolu tanrıları sana Betmen gibi kuvvetli zihin/sabır bahşetsin. Veleddelin-amin!
    Yanıtla
  3. Sabırla emek vererek bir şeyler inşaa etmişsiniz tebrik ediyorum kusursuz ütopya varetmek bir sonraki aşama için yapılacak bir şeyin olmaması demek tıpkı yarış gibi 2. olan hep 1. ci olmak için çalışıp çabalayıp 1. olma hayali ile yaşar yani UMUT :)
    Yanıtla
  4. Sevgili Sevan Nişanyan'ın adının, Şirince denen köyle birlikte anlıma sebebi herhalde hepimizin malumudur.Bunu kimse yadsıyamazken,yapılanların tüm dünya tarafından takdir edildiği meydandayken,sırf Ermeni,ve devletin memurlarının akılsızlığına tahammül edemiyor diye,içeri tıkmanın utancını bu ülke yüzyıllarca üzerinden atamayacaktır.
    Garo Kapriyelyan
    Yanıtla

Wednesday, July 2, 2014

Sanmak/saymak

Samak eski Türkçe'nin en temel fiillerinden biri. To think anlamında, ama düşlere dalmayı ya da kukumav kuşunu akla getiren "düşünmek" gibi değil. İnsan aklının en belirgin fonksiyonu olan simgesel eşdeğerlik bağı kurma anlamında. Arapçası addetmek ya da itibar etmek. İngilizcesi belki to consider. Latincesi concipere ya da comprehendere, her ikisi de analiz edersen "bir-arada-almak" demek. Bir şeyi bir şeyle eşitlemek. Mesela: aslan = tehlike. Hava ışıdı = sabah.

Tek heceli sonu açık fiillerin Türkçe'den düşmesi kuralı uyarınca samak kaybolmuş. [Eskiden düzinelercesi vardı, şimdi iki tane kalmıştır, demek ve yemek.] Anadolu ağızlarında yakın zamana kadar canlıydı. Şimdi yapım ekine dönüşmüş bir kalıntısı kaldı. Azımsamak ("az saymak"), küçümsemek vb.

Fiilin iki türevi günümüz dilinde canlı. Biri refleksif yani dönüşlülük ekiyle, sa-n-mak, öznenin o işi kendi kendine yaptığını söylüyor, tıpkı kaşımaktan kaşınmak, taşımaktan taşınmak, takmaktan takınmak gibi.

Diğeri transif yani geçişlilik ekiyle, sa-y-mak. Özne bu sefer bir şeyi veya birini eyleme konu ediyor. Oradaki ek aslında t'dir. Tüm Türk dillerinde seslinin arkasına ek olarak gelince /d/ halini alır. Sesliyi izleyen d ise sadece Oğuzca'da (ve dolayısıyla Türkiye Türkçe'sinde) yumuşayıp önce /dh/ ve daha sonra /y/ sesini verir. Yani bin küsur yıllık süreçte satmak > sadmak > sadhmak > saymak olmuş.

Modern kullanımda saymak fiili, mantıki açıdan son derece ilginç bir anlam yelpazesi sunuyor. Birinci anlamı bir şeyi bir şey saymak, yani addetmek. "Seni adam saydık" cümlesindeki gibi. İkincisi saygı göstermek, yani itibar etmek. "Büyüklerimizi sayalım" gibi. Üçüncüsü insan zihninin nispeten geç bir devirde, her halükarda dilin oluşumundan çok sonra, birçok kültürde belki son 3 ila 5 bin yılda ulaştığı bir simgesel işlem olan sayı saymak. Arapça'da aynı bağlantı var: addetmek > aded (sayı). İngilizce to count, hem bir şeyi bir şey saymak, addetmek, hem sayı saymak. Kökü Latince'den, computare, birlikte (con) algılamak (putare). İnsan zihninin en ilginç özelliği, iki şey arasında simgesel eşdeğerlik kurma.

Bir başka ilginç türev, 'adı sanı yok' deyimindeki san. Esasen "ün, itibar", ve dolayısıyla "ad". Buradaki +n, fiilden isim yapan standart yapım eki. Bir şeyi bir şey saymak ile a) ona saygı göstermek ve b) ona ad vermek birbiriyle bağlantılı ve hatta eşdeğer işlemler, düşünürseniz.

*
Buraya kadar anlattıklarım standart bilgiler; ben bir şey eklemedim. Satmak fiiline gelince daha spekülatif alana giriyoruz. Literatürde buna dair bir şeye denk gelmedim. Yanılıyor olmam pekala mümkün. 

Oradaki t, geçişlilik eki olan t midir? İlk bakışta cevabımız "hayır" olmalı, çünkü eğer t yapım eki ise ardına sesli alınca yumuşaması lazım. Git > gider, güt > güdü, tat > tadım. Bu arkadaş yumuşamıyor: satılık, satın almak. Öte yandan anlam bağı çok bariz. Satmak = bir şeyi başka bir şeyin yerine saymak, eşdeğer kabul etmek. Para ekonomisi yanıltmasın. İnsanlar binlerce yıl boyunca satmak deyince iki malı veya hizmeti takas etmeyi düşündüler. Yani satmakla satın almak arasında fark yoktu; hatta "satın almak" diye bir fiil de yoktu, sonradan çıktı.

Anadolu'da Satılmış diye kişi adı vardır, bilirsiniz. "Bedel" demektir, genellikle evliyadan birine yapılmış bir adağın bedelidir. Böyle düşününce, Sayılmış ile eş anlamlı olmuyor mu?

*
Ne yaptık? Türkçe bir fiilden hareket edip insanoğlunun saymayı ve alışveriş yapmayı öğrendiği çağlara geri gittik. Arada toplumsal itibarın kökenlerini irdeledik. Claude Lévi-Strauss olsa ancak bu kadarını yapardı.


15 yorum:

  1. Tek sesli acik fiil olarak "yumak" var. Yikamak anlaminda...
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. O " Yuğmak " benim bildiğim. " Yıkamak " ın varyantı.
    2. Yumak veya yuymak olarak kullanılır. Yunus Emre şiirlerinde dahi kullanılır. Mesela "yudı" şeklinde çekimlenmişi...
  2. elinize sağlık...ufuk açıcı
    Yanıtla

  3. <<

    Fiilin iki temek türevi günümüz dilinde canlı.

    >>

    Bir de basit pasif, -il=


    <<

    Diğeri transif yani geçişlilik ekiyle, sa-y-mak.

    >>

    Yok. En basit izah fonetik. Ya *sa:= (uzun) > say= ya da *sa= > *sa:= > say= . Bir uzun vokalin diftonglaşması. Bu kadar.

    diş arası seslendirilmiş sürtütşmeli (interdental voiced fricative) için: δ

    "Anadolu ağızlarında yakın zamana kadar canlıydı" ise niye *saδ= eseri yok? Diğer Türk dilleri için san= (Clauson). Demek ki sa= Türkçede fonetik değişiklikle say= olarak muhafaza edilmiş diğer Türk dillerinde kaybolmuş.

    <<

    Tüm Türk dillerinde seslinin arkasına ek olarak gelince /d/ halini alır. Sesliyi izleyen d ise sadece

    >>

    Böyle bir kaide yok. Oğuz dillerinde eski uzun vokalden sonraki vokal arası duraklar seslendirilir.

    Mesela: gök < gö:k, kö:k ~ göğü ; kök ~ kökü . a:t (ad, isim) ~ adı, at "binek hayvanı", at ~ atı . ot (bitki) ~ otu , o:t (od, ateş) ~ odu .

    Fiilde aksat= ~ aksatır .

    Eski uzun vokaller Kaşgari''nin eserinde Arap harfleriyle ifade edilmi yaşayan Türkmence, Tuvaca, Yakut-Dolganca ve Halaçça ile de tesbit edilir. Ayrıca bazen dolaylı olarak Runik yazılardan tesbit etmek mümkün ve Macarcadaki Bulgar Türkçesinden gelen kelimelerde mevcuttur (Macar Latin imlası vokal uzunluğunu tefrik eder).

    <<

    Oğuzca'da (ve dolayısıyla Türkiye Türkçe'sinde) yumuşayıp önce /dh/ ve daha sonra /y/ sesini verir. Yani bin

    >>
    "Fonem" (yani /.../ işaretiyle) degil de "ses" ifade edilince [...] kullanılır. <...> ise "harf" ifade eder.

    Kaşgarlı Mahmud (11. asır) /δ/ > /y/ Oğuzca ve Kıpçakça için veriyor. Moğol devrinden sonra eski Uygur dili terkediliyor, yerine Çağatay Türkçesi geliyor, ve Orta Asya'da da /δ/ > /y/ tamamlanmış oluyor. Bunun sebeplerinden biri Moğol devrindeki siyasetleri icabı kavim karışmasıdır.

    Bunun haricinde sadece: Halaçça d, Sibirya'da: Tuvaca d, Hakasça z, Yakutça (Yakut, yani Saha, ve 1990'larda "dil" statüsüne gelen Dolganca) t .

    Çuvaşça'da ekseriya δ > *z > r , bazı hallerde δ > y . *z hali farazidir. Ancak Kaşgarlı Mahmud Bulgar Türkçesi için veriyor. Bir de aδak (ayak) "nehrin ağzı" manasına ıtlak edilir. ve Azak Kalesi ve Azak Denizi'nin ismi Bulgar Türkçesi konuştuğu söylenen Hazarlardan kalmış olabilir.

    Çuvaşça'da -d- > *-δ- > *-z- > -r- hadisesi de var.


    Evvelce bahsettiğim gibi, yeni nazariyelere göre Proto-Türkçe'de ve Prot-Altayca'da duraklar üçlüydü. Yani dişlilerde */t/ */d/ ve /dh/ (dh üflemeli, yani aspire, erken zamanda frikatif, yani yumuşamış). Önseste */δ/- erken devirde y- olmuş, kelime sonu ve ortasında daha sonra oldu.

    <<

    küsur yıllık süreçte satmak > sadmak > sadhmak >saymak olmuş.

    O zaman niye "satmak" haliyle kalmış? Böyle etimoljik dubletler arada bir olur ama izah etmek lazıM.

    >>


    <<

    Bir başka ilginç türev, 'adı sanı yok' deyimindeki san.


    san diger Türk dillerinde "sayı" demek.

    <<

    Buradaki +n, fiilden isim yapan standart yapım eki. Bir şeyi bir şey saymak ile a) ona saygı

    >>

    Eskiden işlek olan, TDK'ca tekrar canlılık verilen.

    <<

    Oradaki t, geçişlilik eki olan t midir? İlk bakışta cevabımız "hayır" olmalı, çünkü eğer t yapım

    >>

    Bence "evet", Clauson da bu fikrde.

    <<

    eki ise ardına sesli alınca yumuşaması lazım. Git > gider, güt > güdü, tat > tadım.


    >>

    Dediğim gibi bunlar eski uzun sesliye delalet eder. Ayrıca bu kelimerdeki -t lerin yapım eki olduğu malum değil, benzemiyor, bence değil.



    <<

    Satılmış diye kişi adı ... Sayılmış ile eş anlamlı olmuyor mu?

    >>

    saydırılmış ile.
    Yanıtla
  4. <<

    umuşamıyor: satılık, satın almak. Öte yandan anlam bağı çok bariz. Satmak = bir şeyi başka bir şeyin yerine saymak, eşdeğer kabul etmek. Para ekonomisi yanıltmasın. İnsanlar binlerce yıl boyunca satmak deyince iki malı veya hizmeti takas etmeyi düşündüler. Yani satmakla satın almak arasında fark yoktu; hatta "satın almak" diye bir fiil de yoktu, sonradan çıktı.

    >>

    İlk devirlerde (Eski Uygurca) sadece "almak" sonra satın almak, yani sayıp almak veya (değeri sayılmış, tesbit edilmiş almak. Eski Uygurlarda para ekonomisi mevcuttu.

    Neyse, haksız değilsiniz, mülahazada bulunuyorum.

    <<

    Anadolu'da Satılmış diye kişi adı vardır, bilirsiniz. "Bedel" demektir, genellikle evliyadan

    >>

    1960'larda ODTÜ solcuları, itiraf etmeliyim ki çok haksız olarak, Rektör Kemal Kurdaş'a "(Amerika'ya) Satılmış!" derlerdi. Ofisinde (rektörlük binası "Beyaz Saray" olmuştu, hakikaten de beyaz sıvası var) ise Satılmış isminde bir çaycı varmış. Kemal Kurdaş da ona espriyle "adaşım" dermiş. Hey gidi günler. Sonra onu mumla aradık.

    <<

    birine yapılmış bir adağın bedelidir. ...

    >>
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Satılmış, Anadolu'da bildiğim kadarıyla Arapça Eyvaz karşılığı. Aslında tam karşılığı değilse de bu manada kullanılmış. ( Halid, Haldun karşılığı Durmuş, Dursun olması gibi) Türkler Islam'a geçmeye başlayınca bazen isimlerin Türkçelerini almaya başlamışlar. Gariptir, bu isim Ermenilere de çokça geçmiş. Köroğlu'nun yanındaki Ermeni çocuğun isminin Eyvaz olması mesela. Ayvazyan soy ismi yaygın. Hatta meşhur Ermeni asıllı Rus ressamın soy ismi Ayvazovskiy. Hacivat'ın da asıl ismi Hacı Ivadh(Ivaz, Eyvaz).
  5. Satılmış=Uzun ömürlü olması için doğumundan önce ermişlere adanan çocuk.
    Yanıtla
  6. Azımsamak örneğinin doğruluğundan emin misiniz? Kelimedeki eki +ImsA- sayardım ben oysa.
    Yanıtla
  7. n
    an, en, ın, in, on, ön, un, ün
    s-an, s-en, s-ın, s-in, s-on, s-ön, s-un, s-ün
    sa-n, se-n, sı-n, si-n, so-n, sö-n, su-n, sü-n

    s-an-at
    sa-nat
    s-en-e
    se-ne
    s-en-et
    se-net
    an-ıt
    a-nıt
    on-ur
    o-nur
    ün-lü
    ın-ka, ın-ık
    un-ut, uy-ut, uy-uk
    ay-ıt, ay-ık, ay-ıt
    s-in
    s-in-em
    s-in-yora
    b-an-al
    s-an-al
    s-an-ıl
    y-an-ıl
    an-ı
    an-ım, an-ak, an-ık, an-l-ık
    az-ım, az-ak, az-ık
    sü-nn-et, sü-n-net, erkeklik
    k-an-ıt - k-ay-ıt, k-un-ut, k-uy-ut, kaydı kuydu = kandı kundu = yazılmışlığı silinmişliği = belliliği büllülüğü

    m => şems, necm, kamer
    Yanıtla
  8. m => gök, gökyüzü, uzay

    melaike, sema, necm, şems, mearic, ……...
    Yanıtla
  9. at - atmak > satmak, katmak, batmak, yatmak, fırlatmak, patlatmak, ……

    atılmak > satılmak
    Yanıtla
  10. Ben de aynen. Sevan hocam sanki biraz spekülasyon yapmış.
    Yanıtla
  11. benim bildiğim satılmış= esasen tüm mahlukat'ın asıl sahibi allah'tır, anlayışı uyarınca, doğan bebekleri defaaten ölen/yani allah'ın yanına aldığı bebeklerin ''allah'ım artık bu bebek bize/ebeveylere satıldı'' deyu ''bunu da alma yanına'' duasıdır.

    doğaldır ki görülen/bilinen geçmiş zaman ile değil; duyulan/öğrenilen geçmiş zaman kipiyle çekilir. :)
    Yanıtla
  12. spekülasyon yapıyor da olabilirim : )
    Yanıtla