Monday, January 29, 2018

Halim ve Selim 11: Her teizm ateizmdir


HALİM – Tarih boyunca insanoğlunun ürettiği güzelliklere bakın. Süleymaniye camiini ve Avrupa’nın katedrallerini düşünün. J. Sebastian Bach’ı sevdiğinizi söylüyorsunuz, Dede Efendi’ye de duyarsız değilsiniz. Eski Yunan sanatını, Hindu tapınaklarını, Ermenistan’ın dağlarında beraber gezdiğimiz manastırları aklınıza getirin. Her birini insanlar Allah’ı – ya da ilah zannettikleri putlarını – yüceltmek adına yapmışlar. Öyle görünüyor ki insan, büyük bir ruhsal cömertlik ifadesi olan eserlerini ancak dini bir motivasyonla yaratıyor. O inanç sayesinde şu fani dünyadaki sefil var oluşunu bir nebze olsun aşacak gücü ve bakış açısını buluyor. Dini inanç olmasa ne Göbeklitepe’deki tapınaklar olurdu, ne Mısır’daki piramitler. Bırakın yüksek sanat eserlerini bir yana, yaşadığınız adada insanların Pazar günü en güzel giysilerini giyerek kiliseye gitmesinde, ya da Kudüs’te dindar Yahudilerin Cuma akşamüstü Ağlama Duvarı’na koşmasında güzel ve soylu bir şey olduğunu itiraf ediyorsunuz.
Bir de Allah inancını terk ettiğimiz dünyada yarattıklarımıza bakın: otoyollar, alışveriş merkezleri, banka binaları, insanın gözüne diken gibi batan toplu konut siteleri.
Manevi odağı olmayan bir dünyada yaşama fikri size cazip geliyor mu?
SELİM – Beni can evimden vurdunuz. Ne cevap verebilirim ki size? Haklısınız.
Dinlediğiniz şu “Herr, unser Herr, dessen Ruhm in allen Landen herrlich ist” çığlığının[1] güzelliğine gölge düşüren her şey cinayettir. Tahammülü zor çirkinliktir. Günahtır.
HALİM – Şaşırttınız beni. Günah?
SELİM – Ve düşünün, o çirkinliği, o günahı şu içinde yaşadığımız dünyada en çok besleyen güç hangisidir diye.
HALİM – Modernizm? Materyalizm? Kapitalizm? Pop kültürü?
SELİM – Onlar da var bir ölçüde. Ama asıl büyük düşman onlar değil dindir. Başkalarının tanrılarına – özür dilerim, güzellik ve aşkınlık arayışına – insanın gözünü kör ve kalbini sağır eden en güçlü etkendir din. Düşünün: her teizm, özünde ateizmdir. Kuran’ın Allah’ına inanıyorum demek, Zeus’a ve Rab Şiva’ya ve Tevrat’ın tanrısına inanmıyorum, onları lanetliyorum ve reddediyorum demektir. Başka insanların tanrılarına küfrdür.
Başka insanların, başka kültürlerin, gözlerini şu dünyanın çamurundan yukarı kaldırma çabasını sizce kim daha iyi kavrar? Aklını ve kalbini dini kimliğin kısıtlayıcı kalıbından kurtarmayı başaran mı, yoksa vicdanını kendi tanrısının kıskanç ufkuna teslim etmiş olan mı? Bamiyan’daki Buddha’ları ateistler mi imha etti? Modernistler mi? Popçular mı?
Modernistler de çok iyi demiyorum bakın. Yıkmazlar belki ama önünden otoyol geçirirler. Gişe yapıp bilet keserler. Bunlar da ağır yaralar. Ama hangisinin kalbindeki nefret ve cehalet daha ağır, siz karar verin.
HALİM – Sanki var olan dinlerin üstünde bir din önerir gibisiniz.
SELİM – Din demeyelim, insanın dışındaki tanrıları reddeden, buna karşılık insanoğlunun tanrı arayışına kulak kabartan bir çeşit radikal hümanizm belki. Hümanizm kelimesini burada “insandan başka gerçek yok” anlamında söylüyorum. İnsanoğlunun bilgi arayışına saygım var. Ama güzellik arayışına da bir o kadar hayranlığım var. İlkiyle bazen çelişse, akla ve olguya zıt hayaletler peşinde bazen yolunu kaybetse de.
*
HALİM – Her şeye rağmen, tanrıya inanmanın inanmamaktan daha akılcı bir tercih olduğunu düşünüyorum. Eğer varsa ve inkâr ediyorsanız ceza kaçınılmaz, üstelik risk almaya değmeyecek kadar ağır. Yoksa ve boşuna inandıysanız kaybedeceğiniz şey çok fazla değil.
SELİM – Hangi tanrıya?
HALİM – Tabii tek ve evrensel olan Allah’a. Yoktur demeyin, “ya varsa” diye düşünün.
SELİM – Sizin hatırınız için inanayım, peki, de hangisine? Zeus’a mı? Krişna’ya mı? Yahudilerin tanrısına mı?
Pascal dahil o kadar çok kişi bu sorunun tuzağına düşmüş ki hayret ediyorum. Farzedin ki Pascal’ın hesabına kandım, Hıristiyanların – hatta Katoliklerin, hatta Pascal gibi Jansenistlerin – tanrısına inandım. Öldüm, karşıma Yüce Rabbimiz Krişna hazretleri çıktı. O zaman hapı yutmaz mıyım? Yanlış tanrıya inanma riskini almaktansa bence en güvenli yol hiç birine inanmamak. O zaman hesap günü karşıma hangisi çıkarsa çıksın, “ya rabbim, yalan tanrıların hiç birine inanmadım” diye kendimi savunma şansım olur. Yüz tanrı adayı varsa doksan dokuzunu doğru bildim demektir.
Kaldı ki “kaybedecek bir şey yok” doğru değil. Hakikati kaybediyorsunuz, işkence ve azaptan daha korkunç bir şey bence. Hakikati kişisel konfor ve güvenlik hesabı üzerine inşa etmek gibi utanç verici bir hataya Pascal gibi akıllı bir adam nasıl düşer, şaşılacak şey.
Ben tanrı olsam, ceza korkusuyla ya da çıkar saiki ile bana inanan ya da inanır görünen birine çöp kadar değer vermezdim. Sıdk nedir bilirsiniz: sadakat, yani hakikate sırf hakikat olduğu için bağlı olmak, sonuçlarını zerrece umursamamak. İnandığı şey yanlış da olsa, bu niteliğe sahip biri daha değerlidir benim gözümde. Tanrı da eğer dürüstlüğe önem veren biriyse böyle düşünecektir, ödül ve ceza ihtimali üzerinden iman hesabı yapanı direktman cehenneme atacaktır.
HALİM - Çarpılacaksınız.
SELİM - Ceza ve zulümden korktuğu için hakikati inkâr edenin durumu daha riskli bence. Allah sevmez öylelerini.


[1]
J. S. Bach, Johannes-Passion, n. 1.

Friday, January 26, 2018

Halim ve Selim 10: Kuran ahlakı (3)


HALİM – Hz. Muhammed’in tebliğinin tüm insanlığa şamil bir davet olduğu şüphesiz. Getirdiği Yasa da şu veya bu kavmi değil, tüm insanları, hatta tüm alemleri kucaklayan bir yasa. Mekke’de risalet yoluna girdiği günden itibaren insanlara dar aşiret ve kavim bağlarını aşmayı telkin etmiş, tek ve evrensel bir yargı merciine işaret etmiş. Sizin Enfal suresi analizinizde çizdiğiniz çatışmacı, dışlayıcı, partizan tablo ile bu temel mesajı nasıl bağdaştırabiliyorsunuz? Yoksa siz de Mekke öğretisi ayrı, Medine öğretisi ayrı diyenlerden misiniz?
SELİM – Bir mantıki çıkmazla karşılaşmış ve bunun sonucunda dönüşüm geçirmiş bence. Enfal’deki radikal vazgeçişin ipuçlarını, ondan bir önceki sure olan A’raf suresinde bulabiliriz. İpuçları Kuran metninin her yerine serpilidir, ama en derli toplu ifadesini Araf’ta bulur. Mekke’de “indirildiği” rivayet edilen surelerdendir. Medine’de din kılıcını eline almadan önceki Muhammed’in inançsızlarla giriştiği polemikte kapıldığı öfkeyi ve belki çaresizlik duygusunu çok iyi ifade eder.
Şöyle okuyorum ben A’raf suresini.[1]
İlk on ayet Allah teorisini özetler. Emredici ve uyarıcıdır (2, 3). Karşı koyamayacağınız kadar güçlüdür, emir ve uyarısına boyun eğmeyeni cezalandırır (4, 5). Her şeyi bilir (7), adildir (8), size verdiği nimetler için şükretmenizi ister (10). Sizi o yaratmıştır (11).
Bunu seslendirilmemiş bir soru izler: O halde insanlar niye kötü? Cevap: Çünkü şeytan onları yoldan çıkarır (11-27). Bu cevap, yanıtladığından fazla soru doğurur. Şeytanı Allah yaratmadı mı? (11) Şeytanın kötülük iradesi eğer Allah’tan neşet ediyorsa Allah kötüdür, Allah’a rağmen meydana gelmişse Allah acizdir (12). Allah şeytanı cezalandırdı ise neden tam cezalandırmadı, kötülüğe devam etmesine izin verdi (13-15)? Tanrı adil ve gafur ise şeytanın kendi iradesine karşı gelmesine neden müsamaha gösterdi (16-17)? Eğer insanları yoldan çıkaran şeytan ise neden şeytanı değil insanları cezalandırıyor (18)? İnsanı Allah yarattıysa, fıtratındaki zaaftan o sorumlu değil midir (19)? Şeytan Adem’i kandırdı ise Allah neden zamanında müdahale etmedi (20-22)? Geç mi fark etti? Neden yarattığını ıslah etmek yerine cezalandırma yolunu seçti (24-25)? Şeytanı Allah mı görevlendirdi (27)? Şeytanın işi insanı yoldan çıkarmak mıdır, yoksa yoldan çıkmış insanı Allah adına cezalandırmak mıdır?
Özetle: Kötülüklerin olduğu bir dünyada Allah hem adil hem kadiri mutlak olamaz. Eğer adil ise acizdir, eğer muktedir ise zalimdir.
Bir başka itiraz, bu sefer belki Gnostikler cephesinden: Bu dünya eğer Adem’in günahı yüzünden mahkum olduğumuz bir ceza diyarı ise, o zaman dünya nimetlerinden tamamen el çekmek gerekmez mi (32)? Cevap: Allah bu dünyayı şükretmemiz için yarattı. Sadece fuhşu (yani aşırılığı), bağyi (isyanı) ve hakka aykırı olanı yasakladı (33). Kafanıza göre kural uydurmayın, Allah’ın elçisine kulak verin (35). Resullere karşı gelenler ve onları yalanlayanlar cezalandırılacaktır (36).
Kilit geçiş işte burasıdır. Bu dünya Adem’in günahının, ya da şeytanın isyanının cezası mıdır? Yani problem insanın yaratılışındaki bir zaaf mıdır? Yoksa tek mesele iman ve itaat midir? Bir başka deyimle, insanın ruhundaki ateşle, yahut bilgi açlığıyla, yahut edep yerinin hassasiyetiyle ilgili derin ve ebedi ve belki Allah’ın bile çözüm bulamadığı bir sıkıntı mı var? Yoksa Allah’ın elçisine boyun eğip namazını kılar, cihadını yapıp beşte birini ödersen mesele çözülüyor mu?
Medine’ye ve ahlaki tükenişe giden yolun ilk taşı döşenmiştir.
Sessiz soru: Eğer kurtuluş yolunu bizzat Allah değil senin gibi bir ölümlü gösterecekse, neden ecdadımızın yolundan gitmeyelim (38)? Onlar da senin gibi ölümlü ama bilgeydiler. Cevap: Onlar cehennemde yanacaklar, hem sizi de yanlışa sevk ettikleri için çifte kavrulacaklar. Bize inanmayan zalimdir, cayır cayır yanacak, müthiş işkenceler çekecek, müminlerin rahatını görünce kahrolacak, yalvaracak, rezil olacak, biz de onlara gününü göstereceğiz, zerrece merhamet etmeyeceğiz, al sana (40-51).
Burada Allah’ın sözcüsünün öfkeye kapıldığını görüyoruz.
Soru: Şu hayatta senden bize zarar gelmez, içimiz rahat; öldükten sonrası da karanlık, dirileceğimiz ne malum (53)? Cevap: Altı günde alemleri yaratan, gök cisimlerini yöneten (ki bunları siz de Yahudi-Hıristiyan öğretisinden biliyorsunuz) elbette son Yargıya da muktedirdir (54). Yağmur yağdırıp ölü toprağı dirilten, ölüleri de canlandırır (57-58).
Soru: Senin elçi olduğun ne malum? Cevap: Nuh’u yalanladılar (59-64), Hud’u da (65-72), Salih’i de (73-79), Lut’u da (80-84), Şuayb’i de (85-93), Musa’yı da (103 vd.). Allah hepsini kahretti, kavimlerini helak etti. Sizin sonunuz da onlar gibi olacak (93-100).
Bu cevap mıdır, çaresizlik patlaması mıdır?
Dönüp dolaşıp aynı soruya geri dönülür. Eğer Allah’ın elçileri apaçık delillerle (beyyināt) geldi ise insanlar neden inanmadılar (101)? Cevap: Çünkü Allah onların kalplerini mühürledi. Peki Allah neden böyle bir haksızlık yaptı? Çünkü onlar nankördü, fasıktı, müfsitti (101-103). Peki onlar nankör vb. oldukları için mi Allah kalplerini mühürledi, Allah mühürlediği için mi nankör oldular? Cevap: Akıbetiniz kötü olacak, cehennem, ateş, azap vb.
Soru: Resuller Allah’la bizzat muhatap oluyor mu? Cevap: Allah asla görünmez, maddi sıfattan münezzehtir (143). Peki ne biliyorsun? Cevap: Dolaylı kanıtlar her yerde, şu dağlar, kuşlar, yıldızlar vb. Soru: Demek ki Allah’ın delilleri muğlak, beyyinattan değil. Cevap: Dilerse mucize de gösterir; dağ parçalanır (143), Musa’nın asası yılan olur (106-107), yerden on iki pınar fışkırır (160), firavunu deniz yutar (136). Öyleyse sen niye mucize göstermiyorsun? Cevap: Göstersem de fayda etmez, çünkü onların adeti budur, gafildirler, görseler de inanmazlar (146), cezalandırılacaklar (147). Allah dilerse gözlerini açardı (176). Fakat onlar köpek gibidir, çirkindir, zalimdir, delalet içindedir (177-178), hayvan gibidir, şaşkındır, sapıktır; onları cehennem için yarattık (179). Allah onları yoldan çıkardıysa bir daha doğru yola kimse getiremez (186).
Mantıki çıkmazdan öfke krizine giden yolu burada açıkça görmekteyiz. Cevap veremezsen bağır.
Kritik bir soru: Madem Allah’ın onları helak edeceği belli, ne uğraşırsın ya Muhammed (164)? Boşuna çaba değil mi? Bırak Allah kendi işini görsün, senin işlevin ne? Allah aracısız iş göremeyecek kadar aciz mi? Cevap iki şıklıdır ve her ikisi de son derece ilginçtir. Bir, Allah’a mazeret olsun (164), yargı günü “biz bilmiyorduk, haberimiz yoktu” demeyesiniz diye (172). İki, belki aranızdan kulak verip doğru yola gelen olur diye (164). Çünkü Allah cezalandırıcı (seriü’l ikab) olduğu gibi merhametlidir de (167). Bana kulak verir, doğru öğretiye sarılır ve namaz kılarsanız ödüllendirileceğiniz kesindir (170).
E hani Allah mühürlemişti, ceza kesindi, ne yapsan boştu? Cevap: Beni İsrail de buzağı yapıp ona taptı, Allah’ın gazabı sonsuzdu (152). Ama Musa Allah’a yalvardı, şefaat diledi, birkaç akılsız yüzünden ümmeti helak etmemesini istedi (155). Bunun üzerine Allah onlara birtakım şartlar koştu (156). Tevrat ve İncil’de müjdelediği ümmi nebiye itaat etmelerini emretti (157-158). Kurtuluşun tek yolu benim peşimden gelmektir.
Fakat bu cinnet, sen deli misin? Hayır deli değilim, size tehlikeyi haber veriyorum (184).
Niye tek yol sen olasın? Başka yol göstericiler, başka öğretiler de var. Cevap: Çünkü onlar ölü, ben hayattayım. Onlar size yol gösteremez, ben gösterebilirim (192-195, 197-198). Çünkü Allah benim dostum, bana kitap verdi. Salihlerin dostudur, ben salihim (196). MAdem hakikatin tek kriteri sensin, kafana göre ayet uydurmadığın ne malum (203)? Cevap: Ben sadece aracıyım, Allah konuşuyor.
HALİM – Sonuç ne peki? Ne demek istiyorsunuz?
SELİM – İman yolu IŞİD’e çıkar. Sonsuz tevekkül ve tevazuyla, hoşgörüyle ve belki bir ironi duygusuyla donatılmışsanız belki o akıbetten kaçınabilirsiniz. Aksi halde gideceğiniz başka yer yok.

Dipnotu
[1] http://www.kuranmeali.org/kuran/araf-suresi/

Wednesday, January 24, 2018

Halim ve Selim 8: Kuran ahlakı (1)


HALİM – Kuranı Kerim’in Enfal suresini “ahlaken sıkıntılı bir metin” olarak nitelendirdiniz. Bu ifadenizi şaşkınlıkla karşıladım. Ne demek istiyorsunuz?
SELİM – Kutsal bir mesaj olma iddiasında bir metin,[1] ve ilk cümlesi savaş ganimetinin (enfāl) nasıl pay edileceğini anlatarak başlıyor: “Siz ona karışmayın, Allah ve Resulü karar verir” (1).
Geleneksel anlatı eğer doğruysa M 627 yılında, Hendek Savaşı ile ilk Yahudi katliamını izleyen günlerin mahsulü olan bir suredir. İman, sadece sadakate indirgenmiştir: namazını kıl, rızkına razı ol, yeter (2, 3). Savunulan şey bir ilke değil bir hiziptir: Allah müminlerle beraberdir (19). Onların kâfirlere karşı savaşmasını talep eder (5, 7). Kafirlerin duygularını umursamaz (8). Onların yüreklerine dehşet salınmasını, kafalarının vurulmasını, parmaklarının kesilmesini ister (12). Onları – adeta ünlü Auschwitz fotoğraflarındaki gibi – üst üste yığarak cehenneme atacaktır (37). Melekler düşmanı yüzlerine ve kafalarına vurarak öldürürken “alın bakalım yakıcı azabı” diyerek hakaret edeceklerdir (50).
Düşman sadece kafirler değildir, onlarla savaşmaktan şu veya bu nedenle imtina eden zayıf imanlılar da düşmandır (16). Bunlar, yeryüzündeki canlıların Allah indinde en kötüleridir (22). Allah onlarda hayır görse doğru yola getirirdi (23). [Demek ki Allah, yarattıklarının doğası/tıyneti karşısında çaresizdir; kudreti mutlak değildir.] Zayıf imanlıların zararı sadece kendilerine değil, ümmetedir. Çünkü Allah onları cezalandırmakla kalmayacak, bütün ümmeti cezalandıracaktır (25, 57). Nasıl ki firavunla beraber halkı da ceza görmüştür (54). Demek ki ümmet, Allah’ın müdahalesini beklemeden, cihada katılmakta tereddüt eden zayıf imanlıları cezalandırma hakkına ve görevine sahiptir. Aksi halde sonuçlarına katlanır.
Allah onları neden hemen cezalandırmıyor diye soran şüpheciler yanılgı içindedir. Çünkü Resul onlar arasında olduğu sürece Allah zayıf imanlılara bir şans tanımıştır (33). Resul’e itaat ederlerse kurtuluş umudu olabilir. [Burada net bir pazarlık mantığı görüyoruz. “Sizin işiniz bitti, kurtuluşunuz yok. Ama hele boyun eğin bakarız.”]
Savaşta aldığınız ganimetin beşte biri Allah’a, yani onun Resulüne aittir. Kuşkunuz olmasın ki yetimlere, yoksullara ve yolculara harcanacaktır (41). Cihat için atlarınızı ve diğer değerli mallarınızı feda etmekten çekinmeyin; hepsi size ileride tam olarak ödenecektir, kaybınız olmaz (60). Savaş esirlerini fidye karşılığında satabilirsiniz (67). Buna günah diyenler yanılıyor. Neden? Çünkü Allah ve onun Resul’ü izin verdi (68). Ganimet helaldir (69). Günah bile olsa, kalbiniz temiz ise Allah bağışlar (70).
“Mümin” tanımı nettir, maddeler halinde sayılır ve birkaç kez tekrarlanır. Bir, Allah’a ve Resul’üne iman edenler; iki, onunla beraber hicret edenler; üç, emrettiği cihada katılanlar; dört, (Medine’de) onlara yardım edip barınak sağlayanlar (72, 74). Bunların asli görevi birbirine yardım etmektir. Ümmet dışında kalan kafirlere, hatta kendi aşiret ve ailelerinin mensupları ile dost ve yakınlarına vermiş oldukları sözler geçersizdir (72). Çünkü kafirlerin aralarında dayanışma vardır (73); size verdikleri sözü tutmazlar (56). Ancak, ümmet dışında sözleşmeli olduğun birinden kuşkulanırsan önce sözleşmeyi fesh ettiğini ona bildir, öbür türlü fazla haince olur (58).
Özetlersek. Ahlakın ilkesel ya da evrensel bir dayanağı yoktur. Bizimle olanlar dosttur, olmayanlar düşmandır. Bizimle olmanın ölçütü lidere sadakattir. Düşman olmanın ölçütü lideri tanımamak, ve daha kötüsü tanıdığını söyleyip kalben ona muti olmamaktır. Evrenin Yaratıcısı ve Yargıcı bizden yanadır. Kendi aramızda güven ve dayanışma olmalıdır: birbirinizi kırmayın, kibirli olmayın, cömert olun (46-47). Düşmana karşı her şey serbesttir (ama sözleşmeyi bozacaksanız önceden haber verin).
Kusura bakmayın, bu bir ahlak öğretisi ise ben almayayım.
HALİM – Savaş, kıtal, ganimet, esir, fidye... Bunlar bugünkü anlayışımızda kınanan şeyler. Ama o günün koşulları çerçevesinde düşünürseniz anlayışla karşılamak lazım.
SELİM – Kitabınızın önerdiği ahlak genel ve evrensel bir öğreti mi, yoksa sadece “o günün koşullarında” mı geçerli? Eğer ikincisi ise problem yok. Olaya antropolog gözüyle bakarız, ilkel bir toplumun ahlak ve töresini yansıtan bir metin olarak değerlendiririz. Homeros destanlarına ve Ramayana’ya da öyle bakıyoruz, gerçi edebi değer açısından kıyaslanamazlar ama olsun.
HALİM – İnsanlara hitap eden bir kitabın, muhatabı olan toplumun güncel koşullarından bağımsız olmasını bekleyemezsiniz.
SELİM – Tamamen aynı fikirdeyim. Ama bu kitabın diğerlerinden farklı olduğunu söyleyen ben değilim sizsiniz. Eğer Allah yazdı veya dikte ettirdi ise, biraz daha geniş bir bakış açısından bakması yakışık almaz mıydı?
İçinde yaşadığı dünyanın cahil ve zalim olması, ahlaki önderlik iddiasındaki biri için gerekçe olamaz. Temel ahlaki aksiyomlar insanlık için birdir, çağdan çağa ve toplumdan topluma değişmez. Hele evrensel ve tanrısal olma iddiası güden bir mesaj, “günün koşulları” bahanesine asla sığınamaz, sığınmamalıdır.
Kaldı ki “günün koşullarını” abartmayalım. İsa’dan altı yüz yıl, Buddha ve Sokrates’ten bin yıl sonra yazılmış bunlar. İnsanoğlu henüz ahlaki ve felsefi derinliği tatmamıştı diyemezsiniz. Augustinus'un İtiraflar'ı Kuran'dan iki yüz, Boethius’un Felsefenin Tesellisi yüz yıl eskidir. İkisi de fevkalade derin ve nüanslı eserlerdir, üstelik kanın gövdeyi götürdüğü kargaşa içinde bir dünyada kaleme alındılar. Yani isteseniz, kalbinizi ve aklınızı açsanız, aklı başında birkaç kişiye danışsanız, insancıl bir ahlakın prensiplerine varmak o gün için dahi zor olmasa gerek.

(devamı var)


[1] Surenin Arapça aslı ile kırk kadar Türkçe çeviri denemesini şuradan izleyebilirsiniz: http://www.kuranmeali.org/kuran/enfal-suresi/

Friday, January 19, 2018

Dillerin etkileşimi


Komşu diller arasında sadece kelime alışverişi olmaz. Morfoloji (kelime yapım ve çekim yöntemleri), fonoloji (telaffuz özellikleri), sözdizimi (cümle kurma usulleri), deyimler ve diğer dil katmanlarında da etkileşim görülür. Böylece, kökeni farklı dahi olsa bir bölge dilleri uzun vadede benzeşebilir, hatta ortak yapısal özellikleri olan bir grup oluşturabilir. Bu şekilde oluşan öbeklere modern dilbilimin pirlerinden Trubetzkoy ve sonra Jakobson Sprachbund ("dilbirliği"?) adını verdiler.
Mesela Ermenicede, diğer HAvr dillerin çoğu gibi, geniş zamandan ayrı bir şimdiki zaman yok iken, güncel Batı Ermenicesinde (Türkçe +yor etkisiyle) +gor şimdiki zaman eki türemiştir. Aynı şekilde Eski Ermenicede çoğullar son derece karmaşık bir büküm (inflexion) sistemine sahip iken, modern dilde Türkçe +lAr ekine eşdeğer  +(n)er çoğul eki egemen olmuştur.
Alışveriş yönü hemen her zaman "yüksek prestij" dilinden "düşük prestij" diline doğrudur. Bu normaldir, çünkü dil etkileşimi iki yabancı zümre arasında paslaşma yoluyla olmaz, her iki dili iyi konuşan ve sık kullanan zümreler aracılığıyla olur. Oysa genel kural olarak "yüksek prestij dili" sahipleri "düşük prestij dilini" öğrenmez. Tersi olur, "düşük dil" sahipleri "yüksek dili" öğrenir ve bazen kendi aralarında dahi kullanırlar.
Bu kuralın istisnalarından ikisini sayalım. Biri, en "düşük prestijli" dil katmanı olan argodur. Argoda akım yönü genellikle düşük dilden yüksek dile doğrudur. İkincisi literatürde substratum etkisi adı verilen hadisedir. A dilini konuşanlar bir tarihte topluca B dilini benimsediğinde, eski dilin nispeten bilinçli olan ögelerini (özellikle "resmi" kelime hazinesini) terk ederler, buna karşılık nispeten bilinçsiz ögelerini (mesela cümle yapılarını, hane halkı ve uşaklarla konuşma dili deyimlerini) koruyabilirler. Örneğin İngilizcenin atası olan Anglosaksoncadaki Kelt substratum etkisi üzerine çok esaslı çalışmalar var. Türkiye Türkçesi için de keşke birileri öyle bir çalışma yapsa.

Wednesday, January 17, 2018

Ermeni tarihçileri


Ortaçağda Ermeniler çok yazı yazmış diye dün belirttim. O yazıların önemli bir bölümünü vakanüvisler, yani yıl be yıl siyasi olayları kayda geçiren eski zaman tarihçileri oluşturur. İngilizcesi chronicler.
Aşağıda Ermeni vakanüvislerinin en tanınmışlarından bir kısmının listesini çıkardım. Sizin işinize yarar mı bilmem; benim işime yarayacağı kesin. Hemen hepsini çeşitli vesilelerle okudum da, kafamda bir sıraya koymayı denememiştim.
Rakamlar yaklaşık olarak vekayinamenin kapsadığı tarihler. Parantez içinde > ile gösterilen sayı, eser o tarihten sonra yazılmış olmalı demek. İsmin yanına parantez içinde yer adı belirtilmişse, vekayiname sadece o diyarın tarihine dair – Taron yani Muş, Vaspurakan yani Van, Ağuan yani şimdiki Azerbaycan’ın Gence tarafı.
İlk baştaki dört metin hayli problemli eserler. Agathangelos ve belki Pavstos Yunancadan çeviri olabilir; Zenob çok sonradan yazılmış veya aktarılmış bir metin; Khorenatsi güvenilir bir kaynak değil. Sonrakiler, zaman geçtikçe kalite ve güvenilirlik kazanmış.   
Hemen hepsinin İngilizce çevirileri şu adreste var: http://www.attalus.org/armenian/index.html . Tovma’nın Vaspurakan tarihi (copyright meselelerinden dolayı olmalı) yazık ki yok. Oysa Van-Hakkari bölgesel tarihi açısından hazine değerinde bir eserdir.
Agathangelos                                        250-330 (>450)
Zenob Glak                                             300-330 (>450)
Pavstos Buzant                                      319-384 (>450)
Movses Khorenatsi                               ...-428 (>450)
Ğazar Parpetsi                                       387-485
Sebeos                                                    572-660
Yovhan Mamikonian (Taron)              600-680 (>900)
Ğevond                                                   632-788
Tovma Artsruni (Vaspurakan)             851-904
Hovhannes Episkopos                          850-924
Ukhtanes                                                850-985
Movses Daskhurantsi (Ağuan)            ...-988
Stepanos Asoğik                                   888-1004
Aristakes Lastiverttsi                            1000-1072
Matteos Urhayetsi                               1000-1136
Mkhitar Goş (Ağuan)                            1130-1162
Kirakos Gandzaketsi                             1190-1241
Smbat Sparapet (Kilikya)                     951-1262
Antik Yunan ve Latin yazarlarından Armenia hakkında kapsamlı bilgi verenlerden birkaçını aşağıda saydım. Hepsinin modern dillere çevirileri internetten bulunabilir.
Herodotos (MÖ 5. yy), Ksenofon (MÖ 4.) Polybius (MÖ 2.), Strabon, Eski Plinius, Plutarkhos, Tacitus (MS 1.), Josephus, Appianus, Cassius Dio (2.), Ammianus Marcellinus (4.), Sozomen (5. yy), Prokopios (6. yy), Theophylaktos Simokatta (7.)...

Tuesday, January 16, 2018

Kavim isimleri kaygandır, yakaladım sanırsın kaçar


1129 senesinde yazmış bir Ermeni vakanüvisinin eserinde “1064 senesinde Taçikler Տաճիկք Urfa’ya akın etti” diye bir ifade görürsen ne sonuç çıkarırsın?
Bilgi no. 1: Pehlevice Taçik, Yeni Farsça Tacîk/Tazî, İranlıların Araplara ve özellikle Bedevi Araplara verdiği isimdir. Nitekim en erken Türkçe metinlerde de Tazik ve Tazî “Arap” demektir. Mesela 14. yy’a ait Orta Asya kaynaklı Kuran mealinde “Muhammad yalavaç tazi tili aytır erti” diye bir ibareye rastlarsan “M. peygamber Arapça konuşurdu” diye tercüme edebilirsin.
Bilgi no. 2: Modern devirde Tacik, “Türkistan’ın şehir ve kasabalarında yaşayan ve çoğu İrani asıllı olmadığı halde Farsça konuşan Müslüman halka verilen ad”dır. Stalin zamanında başka unsurlarla harman edilip ayrı bir ulus olarak tanımlanmışlardır. Bu Tacikler 1080 yılında Urfa’ya saldırmış olabilir mi? Zor.
Bilgi no. 3: Ermeniler en az 11. yy’dan beri Türklere Taçik (modern Batı Ermenice telaffuzu Dacig) adını verirler.
Urfa’yı yağmalayanlar (muhtemelen) bu üçüncüsü.
O Tacik ile bu Tacik arasında ilişki var mı? Bir bakıma var. Farsça Taçik/Tazik adı önce “Arap” demek iken 7. yy’dan sonra “Arap dinine mensup kişi, Müslüman” anlamını kazanmış. Anlaşılan 11.-12. yy’larda Müslüman olan ve Acem kültürünü benimseyen Asya Türklerine de bu etiket uygun görülmüş. Daha derine inersen muhtemelen enteresan şeyler keşfedersin, geçenlerde “Türkler nece konuşurdu” yazısında konu ettiğim mevzular. Ama şimdi bu kadarla yetinelim.
*
Roma biliyorsunuz İtalya’da bir kent. MÖ 700 küsurda kurulmuş, dili Latince imiş, Milattan hemen önceki yüzyıllarda dünyaya egemen bir imparatorluk olmuş. İmparatorluğun son kalıntısı Doğu Akdeniz havzasında 1453’e dek ayakta kalmış.
Bilgi 1: Doğu Roma imparatorluğunun Latince değil Elence konuşan halkına eski İranlılar ve Süryaniler Rom, Araplar ve onları takliden Türkler Rum adını verir.
Bilgi 2: İran terminolojisinde Osmanlı İmparatorluğu Rum, Osmanlı Türkçesi Rumî (“Romalı”) olarak adlandırılır. “Türkî” tabiri genellikle Orta Asya Türkçesi (Çağatayca) için kullanılır.
Bilgi 3: Osmanlı kullanımında an azından 17. yy sonlarına dek Anadolu coğrafyasına (İstanbul’dan Fırat’a kadar olan alana) Rum adı verilir. Mesela Evliya Çelebi bu coğrafyadan daima “bizim Rum diyarı” ve benzeri ifadelerle söz eder. Buna karşılık İstanbul’un batısı Rum Eli/İli’dir. Mantıksız mı? Mantıksız.
Bilgi 4: Modern Yunanca kullanımda Yunanistan halkına Romaiós (“Romalı”) demek caiz değildir, ancak Türkiye göçmeni Elenlere bazen aşağılayıcı bir tınıyla bu sıfat yakıştırılır. Modern Türkçe kullanımda Kıbrıs Elenleri de Rum’dur, fakat Kıbrıslı Elenler bu sıfatı kabul etmez.
Bilgi 5: Balkan Yarımadasında Latinceye benzer bir dil konuşan Ortodoks halk modern dönemde kendine Romın (“Romalı”) adını yakıştırmıştır. 1856’da kurulan ülkeye Romanya (“Romalılar Ülkesi”) adı verilir.
Bilgi 6: İsviçre dağlarında yaşayan ve İtalyancadan farklı bir tür Latin dili konuşan köylülere komşu Almanlar Rumunç (Romanisch, yani “Romalı”) adını verir.
Bilgi 7: Batı Avrupa Ortaçağlarında edebi “yüksek” Latince yerine bu dilin avam lehçelerini konuşan halkın diline Romantz, Romance, Romans adı verilirdi. Bu dilde ortaya çıkan ve çoğu aşk öyküleri ile kahramanlık menkıbelerinden oluşan sözlü edebiyata da, aşağılayıcı anlamda, aynı isim verildi. Daha sonra bu tür edebiyat “kültürlü” sayılan çevrelerin de ilgisini çekmeye başladığında, 16. yy’dan itibaren önce Fransızcada sonra komşu dillerde benzer tarzdaki “yüksek” edebiyat ürünleri de roman ve romans olarak adlandırıldı. 19. yy başlarında Ortaçağ halk edebiyatının aşk ve kahramanlık öyküleri yeniden moda olduğunda, bu tarza özenenleri ukelâ takımı romantik diye nitelendirdi.
Bilgi 8: Türkiye’nin batısı ile Avrupa’da yaşayan “Çingene” halkı kendini Rom veya Roma olarak nitelendirir. Bu ismin yukarıdakilerle herhangi bir ilgisi yoktur. Bir Hint dili olan Çingenece’de “adam” demektir.
*
Şimdi soralım. Ksenofon’un MÖ 401 tarihinde Şırnak civarında rastladığı Kardukh’lar Kürt müdür, değil midir?

(İpucu: Bu kelime Ksenofon’da yedi sekiz sayfa, ondan 400 yıl sonra yazan Strabon’da bir cümle olarak geçiyor. Başkaca birincil kaynak yok. Nece konuştuklarına dair bilgimiz yok. Dillerine dair elimizdeki yegane – olası – veri Strabon’un Pinaka, Satalka ve Sareisa diye aktardığı üç yer adı. Bunları da bildiğimiz bir dilde çözümleyebilmiş kimse yok.)

Monday, January 15, 2018

Hassas konulara neden değinir insan


Dünkü yazıya başlarken niyetim Türk, Ermeni ve Kürt kolektif kimliklerinin ilk ortaya çıkış öykülerini kıyaslamaktı. Başlık da kafamda hazırdı, “Kim daha uzağa işer”. Sonra Kürt maddesi çok uzadı, öbür ikisine vakit ve yer kalmadı.
Bilen biliyor, kimin ne kadar işediği beni zerrece ilgilendirmiyor. Fakat kolektif kimliklerin oluşma süreci yıllardır ilgimi çekiyor. Esrarengiz yönleri olan bir süreç. Mitolojiden bağımsız olarak düşünülemeyen, belki düşünülemeyecek bir süreç. Belki de “resmi tarih” dediğimiz kolektif oto-delüzyon (topluca kendini kandırma) mekanizmasının ana damarı. Milletler yalan söylemeden asla “biz” olamıyorlar.
Bu olgu tabii bizi “milletler yalandır, çağımızda yok öyle şey, bak elalem aya gitti” neticesine getirmiyor. Aksine milletlerin oluşum öyküsünü büsbütün ilginç bir kültürel, felsefi, filolojik konu haline getiriyor.
*
Bir toplumun topluluk bilincinin (kimliğinin) ilk ortaya çıkış tarihini belirlemek imkansıza yakın bir şey. Muhtemelen büsbütün imkansız. "Doğada hiçbir şey yoktan var olmaz" (Lavoisier) kanunu uyarınca, "aha" deyip keşfedeceğin her oluşum anının ardında mutlaka yüzlerce yıllık gelenekler ve kabullerle bir veya birkaç "proto-kimlik" vardır. Diller de keza öyle. Esperanto gibi yapay dilleri saymazsan tarihte hiçbir zaman birileri oturup "hadi bir dil yaratalım" diye kolları sıvamamış. Atadan kalma dillerine zaman zaman durgun, zaman zaman fevri müdahalelerde bulunmuşlar. O müdahaleler zamanla belli bir özgül ağırlığa kavuştuğunda uyanıp "dur yahu, biz yeni bir hadiseyiz, yeni adımız olmalı" deme noktasına varmışlar. Dante'nin 1300'lerde aniden "bu dil Latince değil İtalyanca" diye ayması gibi.
Mutlak anlamda "İtalyanca ne zaman doğdu" sorusu, o halde, abes bir soru. Cevabı yok, bulamazsın. Kavim kimliklerine ilişkin sorabileceğin geçerli sorular daha dar kapsamlıdır. Mesela: bu kavim/dilin adı ilk ne zaman anılır olmuş, ilk ne zaman ve nerede kayıtlara geçmiş? Adı değişmişse nasıl, ne zaman değişmiş? Esasen bir filoloji (metin analizi) çalışmasıdır, ama dilbilimden, mitolojiden, arkeolojiden de beslenir.
Diğer soru: ne zaman siyasi bir kimlik edinmiş? Yani devletçilik oyununa girmiş, aynı dili konuşan veya konuşmayan aşiretleri yutma sevdasını veya becerisini edinmiş, egemenlik iddia etmeye başlamış? Bu ikincisi çoğu zaman yazı kültürüne geçişle eş zamanlıdır, ama her zaman öyle değildir. Yazısız devlet zor, belki imkansız; ama yazı illa senin yazın olacak diye bir kanun yok, başkasının yazısıyla ve başkasının diliyle de devlet olunabilir. Bkz. Türkler (Soğdca, sonra Farsça), Persler (Elamca, sonra Aramice), ilk Ermeniler (belki Urartucaü sonra Farsça/Partça) vb. 
Kürt dilinin geçmişini yeterince etüt ettim sanırım. İndo-Aryan anadilinin ayrışması genellikle MÖ 3. binyıl sonu ile 2. binyıl başına tarihlenir. İrani kavimlerin Mezopotamya sınırlarında belirmesi MÖ 2. binyıl sonları olmalı. Kardukh ve Gordu/Gordy boylarına ilişkin Yunan kayıtlarını da elbette biliyordum, Ksenofon’u hatmedeli tam otuz sene olmuş. Ama doğrusu bunlarla güncel “Kürt” olgusu arasındaki irtibatın zayıf olduğunu düşünmüştüm. Strabon’daki Kürti (Kyrtioi) meselesi dikkatimi çekmemişti. Biri uyarınca fark ettim, konunun tahmin ettiğimden daha çetrefil olduğu kanısına vardım. Sizinle de paylaştım.
Kürtlerin siyasi sahaya çıkışı 10. yy dedim. O görüşümü değiştirmeye daha karar vermiş değilim, ama sarsıldığını itiraf edeyim. Dünkü yazının sonlarına doğru belki yorulduğum için fazla vurgulamadığım, ama ilgi çekici bir tema var. Kardukh’lar eğer “Kürt” ise bunların yurdu avuç kadar bir yer, Şırnak merkez ile Güçlükonak ve belki Eruh, o kadar. Ama onların adını taşıyan Gordyenê ülkesi Batman, Siirt, Hakkari ve belki İran’da Salmas illerini kaplamış; yüzlerce yıl az çok bütünlük arz eden bir siyasi birim olmuş; zaman zaman Yunan kaynaklarında basileús (“kral”) unvanıyla anılan liderleri de olmuş.
Bu bir siyasi varlık mıdır? Öyle görünüyor. Bilmiyorum. Bir bilene sormak iyi olurdu, ama yazık ki bilen yok. Bildiğini söyleyenlerin çoğu harıl harıl mitoloji üretmekle meşgul.
*
Dünkü yazıyı bitirip yayınladıktan beş dakika sonra aklıma bir hınzırlık geldi. Edit kutusunu açtım, ilk bölümün sonuna “Demek ki Kürdistan Türkiye’den kırk yıl daha eski” cümlesini ekledim. Maksat ne? Maksat eğlence olsun, tosunlar kudurup saçmalasın, biz de seyredip çekirdek çıtlayalım.
Ortalık karıştırmak dışında anlamı olan bir cümle mi? Bence öyle sayılır. Demek ki, 12. yy’da bir Ermeni vakanüvisi (Mateos titiz ve güvenilir bir tarihçidir, Türkçeye çevrilmiş ve TTK tarafından yayınlanmıştır), 11. yy’da oralarda hüküm süren Mervani hanedanının egemenlik sahasını “Kürdistan” diye adlandırıyormuş, ya da vakıf olduğu tarihi kayıtlarda bu ibare kullanılmış. İmdi, Anadolu ve Mezopotamya’da 1071’den eski birtakım Türk izleri olduğunu elbette biliyorum. Ama ülkenin herhangi bir yerinin Türk egemenliğine girmesi 1080 küsurlardır; Turchia adı ilk 13. yy ortalarında İtalyanlar tarafından telaffuz edilir; Türkçe metinlerde “Türkiye” adına bildiğim kadarıyla 1860’lardan önce rastlanmaz; resmen ve alenen “Türkiye” adının benimsenmesi ise önce 1915, sonra 1921’dir. Demek ki neymiş? Kürdistan Türkiye’den daha eskiymiş. Var mı aksini söyleyecek bir babayiğit?
Peki bundan ne sonuç çıkar? Memlekette “Kürdistan” adını yasaklamaya ya da yok saymaya kalkışanların cahil olduğu sonucu çıkar. Başkaca da önemli bir sonuç çıkmaz. Yani vaktiyle birileri oraya Kürdistan dermiş diye bugün de Kürdistan olmalı mıymış, olmamalı mıymış, bunlar komple tıraş. Kimse kimseye Ortaçağda bir Ermeni papaz öyle yazdı diye memleket vermiyor bu devirde.
*
Kürt ve Ermeni meseleleri sanırım “çağdaş” Türk insanının zihninde alabildiğince unutulması istenen tabu kavramlar. “Türk” ulusal kimliğinin kökenleri de, ister istemez bunlarla alakalı olduğu için, tabunun da tabusu bir konu. Bunlara dokunduğun zaman pek çoğu sanki mahrem yerine el atmışsın gibi irkiliyor. Ne dediğin hiç önemli değil, duymuyor bile ne dediğini. Konuya değinmiş olman yeter. Haykırmaya, ağzından köpük saçmaya başlıyor.
Ermeni ve Kürt dostlarımız içinde de benzerleri yok diyemem. Burada Türkçe konuştuğumuz için, o taraf daha ön plana çıkıyor sadece.
Doğru mudur el atmak, inanın bilmiyorum. Eskiden kafam daha netti, bu mevzuları deştikçe akılcı düşüncenin güç ve yaygınlık kazanacağına, tabuların sorgulanacağına, yeni bir ulusal konsensusa doğru bir adım da olsa yol alınacağına inanırdım. O yerleri geçeli şimdi yıllar oldu. Memleketten bir bok olmayacağı anlaşıldı. Daha ne uğraşırsın be adam diye sorarlarsa verecek cevabım yok.
Alışkanlıktır belki. Huy olmuş, bu saatten sonra değişmez.

Sunday, January 14, 2018

Kürt adının tarihi


Kürtlerin siyasi bir varlık olarak tarih sahnesine çıkışı, benim bildiğim, 10. yy’dır. “Kürt bir çoban” olarak tanımlanan Bad (yahut Badh) b. Dostak 983 yılında Miyyafarkin’de (şimdiki Silvan) yönetimi ele geçirir. Onunla başlayan Mervani sülalesi, Türklerin gelişinden önceki kaotik yüzyılda batıda Urfa’dan doğuda Bitlis ve Cizire’ye uzanan alanda egemenlik iddia eder. Başlıca bilgi kaynaklarımız 11. yy’ın ikinci çeyreğinde yazan Süryani tarihçi Nusaybinli İlyas (Elias d-Nisibin) ve 13. yy başlarında yazan Cezireli Arap tarihçi İbnü’l-Asīr’dir. Silvan’daki tarihi Mala Badi köprüsü Bad’ın adını taşır. Yanılmıyorsam Silvan yöresinde halen etkili olan Badikan aşireti kökünü Bad’a dayandırır.
Bu beyliğe hangi anlamda “Kürt” adı vereceğiz, yeterli bilgim yok. Belki “Kürtlerin egemenliği altında bir Arap/İslam beyliği” demek daha doğrudur, nitekim aynı yörede daha sonra kurulan Artuklu devletlerine de “Türklerin egemenliği altında Arap/İslam beyliği” demeyi tercih ederim. Yazı dili Arapçadır. İbn Wahşiyya’nın “kadim Kürt alfabesine” dair aktardıklarını fantezi olarak görmek daha doğru olur. Mamafih 1136 yılı civarında yazan Ermeni tarihçi Urfalı Mateos’un aktardığı eğer doğruysa, 1032 tarihli (Rumca?) yazışmada Mervani egemenliğinin adı Krtasdan (Kurdistan) adıyla anılmaktaydı (ed. Bedrosian §22).

Demek ki "Kürdistan"ın  bu topraklarda "Türkiye'den" en az kırk sene daha eski olduğuna hükmedeceğiz.
*
Düne kadar bildiğim buydu. Ancak dün, gayb aleminden bana sık sık yazan alim bir dostumun himmetiyle bilgimin çerçevesi bir hayli genişledi. Aktarayım.
Yunanca Kύρτιοι kavim adı en erken Polybios’un MÖ 146 tarihli Historia’sında geçiyor. Buna göre Media valisi Molon MÖ 220 yılında Nusaybin yakınında 3. Antiokhos’un ordusuyla çatıştığında en çok Kύρτιοι sapancılarına (σφενδονητῶν Κυρτίων) güvenmekteydi (Perseus §5.52).
Milattan hemen sonra yazan Amasyalı coğrafyacı Strabon bu bilgi kırıntısını detaylandırır (Perseus §11.13.3). Amasyalıya göre Media ülkesinin kuzeyi soğuk ve dağlık bir ülkedir. Burada Zagros dağı ile Niphates dağı (Güneydoğu Toroslar? Bitlis/Siirt dağları?) arasındaki bölgede “göçebe ve haydut” olan Kadus’lar, Amard’lar, Tapyr’ler, Kύρτιοι ve buna benzer diğer halklar yaşar. Pers ülkesindeki Kύρτιοι ile Armenia ülkesinde halen Mardoi adı verilen Amard’lar aynı şekildir (τῆς αὐτῆς εἰσὶν ἰδέας).
Kύρτι sözcüğünde ilk ünlüyü sanırım eski Attik telaffuza göre /ü/ diye okumak lazım, yani Kürti. Latin alfabesine genellikle y ile Cyrtii diye aktarılır.
Mard’lara değinmesi ilginç. MS 4. yy’da Ermenistan Tarihi yazan Bizanslı Faustus’a göre (Pavstos Büzantatsi) “Mard-başı” yahut “Mard-beyi” (mardpet) unvanını taşıyan zat Ermeni askeri aristokrasisinin önemli bir üyesiydi. Memleketi, anlaşıldığı kadarıyla, bugünkü Van’ın Saray ve Özalp ilçeleri olmalı. Kürti’lerle Mard’ların “aynı şekil” olması ne demek, bir fikrim yok. Strabon sanki “Ermeni siyasi sitemine dahil olanlara Mard, Pers diyarında olanlara Kürti denir” gibi bir şey kastetmiş, ama emin olamadım.
Kadus’lar (Καδούσοι) ve Tapür’ler hakkında bilgimiz yok. İlki acaba Hakkari kasabası yakınında kadim bir siyasi ve dini merkez olan Kudşanis (Kaduşan-?, şimdiki adı Konaklı) ile alakalı olabilir mi?
İran’da Sasaniler devrine ait Kārnāmag-i Artaxşīr-i Pābakān adlı Pehlevice menkıbede (muhtemelen 6. yy. ikinci yarısı) Kurdān kavmi birkaç kez zikredilmiş. MacKenzie'nin transkripsiyonundan bir örnek:
ud sāsān šubān ī pābag būd ud hamwār abāg gōspandān būd ud az tōhmag ī dārā ī dārāyān būd ud andar dušxwadāyīh ī alaksandar *niyāgān ō wirēg ud nihān-rawišnīh ēstād ud abāg kurdān šubānān raft.[1]
Tercümesi: “During the evil reign of Alexander, the descendants of Dârâb privately lived in distant lands, wandering with Kurdish shepherds.”
Bütün bunlardan benim çıkardığım sonuç, bölgede İrani diller konuşan (veya konuşmayan) çeşitli kavimler vardı, bunlardan biri olan “Kürt”ler 10. yy’da Arap imparatorluğunun dağılma ve İslam ümmetinin etnik birimlere ayrışma sürecinde bölgesel bir egemenlik kurdular, alanlarını batıda Urfa’ya kadar genişlettiler.
*
Daha eskisi hakkında bir şey biliyor muyuz?
MÖ 401 yılında ordusuyla beraber buralardan geçen Atinalı Ksenofon, Cizre’nin kuzeyinde, Dicle ırmağının solundaki dağlık ülkede yaşayan Kardukh (Καρδούχοι) kavminden söz eder. Bunlar Pers kralına tabi değildir ve savaşta (sapanla?) taş atarlar. Ksenofon’dan dört yüz yıl sonra Strabon (§16.1.24) eskilerin Kardukh adını verdiği kavmin şimdi Gordü/Gordi (Γορδυαί) olarak adlandırıldığını belirtir. Gordyenê (Gordi-istan) diyarında Pinaka, Satalka ve Sareisa kentleri vardır; üç hisarı olan ilki, üç kent gibidir. Bu üç yerin en az ikisini teşhis edebiliyoruz. Pinaka halen yerel dilde Finik adı verilen Şırnak-Güçlükonak ilçesine bağlı Damlarca (Finikê rewî) ve Eskiyapı (Finikê gelî) köyleridir. Satalka Cudi Dağının batı ucunda, Türk güvenlik güçleri tarafından boşaltılıp yerle bir edilmiş olan eski Şax, resmi dilde Çağlayan köyüdür. Sareisa ise, kesin olmamakla birlikte, Şırnak (eski adı Sirunak/Şirunak) kasabası olabilir. Asur kayıtlarında kral I Tiglath-Pileser’in MÖ 1100 civarında kazandığı zaferle anılan Şarişa/Şerişa mevkii burası olsa gerekir.
MS 2. yy başında Plutarkhos (Lucullus §21 vd.), 4. yy’da Antakyalı Ammianus Marcellinus (Rer. G. §15.2, §18.6) Gordyenê/Gorduenê ülkesi hakkında bilgi verirler. Ülke Roma ile İran arasında birkaç kez el değiştirmiş, fakat ikisine da tam boyun eğmemiştir. Armenia ülkesinin bir cüzüdür, fakat kendi kralları/beyleri vardır. Ermeni kralı Tigranes’in yeni kurduğu Tigranocerta (Dikranakert) kenti bu ülke sınırları içinde veya yakınındadır (belki Batman yakınında, Garzan nehrine adını veren eski Erzen kenti?). Ermeni illerinden Albak (halen Başkale’ye bağlı Albayrak) Gordyenê vilayetine dahildir. Demek ki merkezi Şırnak-Cizre olan, belki farklı dönemlerde Batman’dan Hakkari ve Başkale’ye, hatta belki İran’da Salmas’a kadar egemenlik sahası kuran bir oluşumdan söz ediyoruz.
Kardukh’taki ukh eki, Ermenice çoğul takısı olan +k’ olabilir. Yani “Kardu” diye bir ulus varsa Ermenice bunlara topluca Karduk’ denir, sondaki k /kh/ gibi telaffuz edilir. Ksenofon’un Kardukh’ları ile Roma döneminin Gordi/Kordi’leri, yukarıda gördüğümüz Kyrti/Kürti’lerle aynı mıdır? Büyük ihtimalle öyle olmalı, ama kesin konuşmak zor. Modern milliyetçilik öncesi çağda aynı kavmin farklı kolları, birbirinden az çok ayrışan adlarla ayrı kimlikler oluşturabilir,[2] kavmin kendine verdiği adla yabancıların verdiği ad ayrı olabilir, hatta yabancılar komşu kavmi bilerek ya da bilmeden yanlış adlandırabilir.[3]
Ermenice kaynaklarda geniş anlamda Gordyenê ülkesinin adı Korçayk’ Կորճայք olarak geçer. 7. yy’a ait Ermenice Aşkharhatsuyts Աշխարհացոյց adlı coğrafya rehberi bu diyarın ilçelerini sayarken, Pinik Փինիկ kalesinin bulunduğu merkez ilçeye Korduk’ veya Kordik’ Կորդուք, Կորդիք adını verir. Mamafih bu bilgiye çok da  güvenmeye gelmez, çünkü Aşkharhatsuyts Yunancadan çeviridir ve yer adlarını antik edebi kaynaklara göre “düzeltmiş” olması muhtemeldir. Diğer tüm kaynaklarda Finik-Şırnak yöresinin Ermenice adı Tmorik’ Տմորիք olarak gösterilir. 11. yy'dan eski Ermenice metinlerde başka yerde bildiğim kadarıyla Kurd, Kardu, Gordu, Gordi vb. adına rastlanmaz.
Halen Türkiye’de eski adı Gercanis veya Gercigan/Kerçikan olarak telaffuz edilen üç yer var. Biri Erzincan’ın Refahiye ilçesi, biri Tatvan’ın eskiden ayrı bir ilçe olan Reşadiye bucağı, üçüncüsü Müküs/Bahçesaray’da bir köy. Üçünün de Ermenice aslı Garcıgank, akkuzatif Garcıganıs, eski dilde Karçgank’ Կարճկանք. “Korçayk’lılar”demek.
Yani “Kürt” mü demek? “Kürt” ne demek? Düşünmeli.  



[1] http://titus.fkidg1.uni-frankfurt.de – text database – Middle Persian (Pahlavi). Metinde iki kelimeyi Türkçeden, en az dört beş kelimeyi Osmanlıca bilginizden çıkarabilmeniz lazım.
[2] Kurmanci ve Kırmançki iki ayrı topluluk ve iki ayrı dildir. Muhtemelen ortak kökten gelen fakat ayrı dil konuşan Rize Hemşinlilerle Hopa Hemşinliler birbirlerini asla “aynı kavim” saymaz.  Etiyopya’da Tigré ile Tigrinya aynı şey mi diye sorunca yarım saat süren bir açıklama dinlersiniz, gene bir şey anlamazsınız.
[3] Ermeniler için Türkler Dacik (Tacik)’tir. Türkler Trabzonlulara Laz adını verir.  Ermenice konuşan Poşa’lara kendileri Lom, Türkler Çingene adını verir. İki bin sene sonra bu bilgilerden sonuç çıkarmaya çalışın isterseniz.